I AM HERETO SHARE...

ÖNEMLİ OLAN NASIL GÖSTERDİĞİMİZDİR
NEYİ GÖSTERDİĞİMİZ DEĞİL....

24 Aralık 2010 Cuma

... OF ALL TIMES

Ondan bahsederken hep kullanılan tanım dudur: The best movie of all times... Tüm zamanların en iyi filmi... Çok iddialı değil mi? Evet bence de çok iddialı fakat çekildiği yıl ile o zamanki imkan ve imkansızlıklar düşünülürse gerçekten çok ama çok iyi bi filmdir. 1941 yılı fimidir Citizen Cane. Ünlü yönetmen usta Orson Welles filmidir ve çok ince bi işçiliğe sahiptir. Yapım şirketlerinin tekelinde çekilen beyaz telefon filmleri furyasının ardından sektör artık kendi özünü ararken , aslında imkansızlıklar dahilinde çekilen senaryo ve kurgusu şu anki senarist ve film yapımcılarına ders diye okutulan bi filmdir Citizen Cane - Yurttaş Kane.... Cane zengin bir adamdır. Çok zengindir ve ölmüştür aslında. So nefesine de tek bi kelime söylemiştir: ROSEBUD...
Bazı replikler ya da kelimeler filmlerin namını aşmıştır. İşte Rosebud da onlardan en önemlilerinden biridir. Bir gazeteci bu kelimenin peşine düşerek Cane'in yakınları ile röportaj yapmaktadır ve film söyleşi iskeletine oturur kurgu olarak.... Anlatıldıkça sahneler akar ve alıcının kurguyu yaratması sağlanır. Siyah beyaz bi şölendir Citizen Cane... Kullanılan ışık oyunları ile alıcının söylenmeyen mesajları da almasına özen göstermiştir Welles. Merdiven sahnesinde çekimi merdivenin aşşağısından yaparak Cane'in büyüklüğüne vurgu yapmış; ekomomik çekim denilen çekim tarzına çokça başvurarak kısa sekanslarda çok fazla anlatım gerçekleştirmiştir. Cane'in hayatında meydana gelen değişiklikler alıcıya hızlı değişen sahnelerle ekonomik olarak veriliyor,fotoğrafa yakın çekim yapılarak şu anki zamana geçiş, ilk karısı ile masa başında yaklaşık bir dakika içinde aralarının bozulduğu mesajını veren ve hızla sahne dğişimi yapan Welles'in bu tarzı o yıllar için çok hızlı ve keskin değişiklikler olarak bilinir sinema için. Bu sebepten ilk izlenildiğinde eleştirilmiştir hatta. Tiyatral çekim kullanan Welles, ışığı dramatik olarak kulanmıştır çokca ve bununla birlikte tavan çekimi ve oyuncular arası göz teması da kullanmıştır ki bu 1940'a kadar yapılan bi şey değildir.Araştırma yapan gazetecinin yüzünü asla göstermemekle alıcının kendisini gazeteciyle kişileştirmesini sağlar. Ve sonuçta soruları soranın kendiniz olduğuna inanırsınız. Anormal kolleksiyonları ile Cane'in doyumsuzluğuna dem vuran yönetmen simgeleri ve sözcüklerle cevap verir bütün sorularınıza....Çekimlerinde alan deriğinliğini çok iyi kullandığı için tüm ayrıntılar net ve keskindir. Shakespearain çekimi de eşinin odasını dağıttığı sahnede kesmeden, gerçekçi ve ayrıntılı olarak kullannan Welles filmin sonunda kullandığı ayna metaforuyla birden fazla Cane olduğunun ve bunların hepsinin mutsuz oluğunun da çadır sahnesinde ses kuşağıyla oynayarak altını çizerek ifade etmiştir ve bu o zaman için müthiş bi yöntemdir... 'Ben herkesin ne düşüneceğine karar veririm.' diyebilecek kadar iddialı ama yalnız bi adam olan Cane son nefesinde kayıp çocukluğu ve annesiyle karşılaşıp kaykay, yani oyuncak mataforuyla ki üzerinde Rosebud yazar,kaybettiklerinin kazandıklarından fazla oluğunu ifade ederek vefat eder. Böylece film başladığı gibi biter. Bu da alıcıda kısır döngü hissi uyandıracak kadar kötümser bi sondur....
İşte bütün bu ilk defa denenen, ilk defa algılanan ve ilk defa öğrenilen sinema teknikleri sebebiyle tüm zamanların en iyi filmidir... Özet olarak günümüz sinemasına ışık tuttuğu için tüm zamanların en iyi filmidir. 'Filmin amacı,sorunun çözümünden çok onun sunumudur.' diyen Orson Welles birbirinin gözüne bakmadan oyun çıkaran parlak aktör ve aktrislerin devrini kapatarak auteur sinemasıyla tanıştırmıştır bizi... Eğer daha seyretmediyseniz hiç vakit kaybetmeyin....

SİNEMAYLA KALIN...

22 Aralık 2010 Çarşamba

FIGHT CLUB

Yoktur yaşı yirmi ve otuzun üstünde olup da Fight Club'ı seyretmeyen biliyorum. Ama en esaslı kara filmlerden biridir, bu sebepten kara filmlerden bahsedip onu atlamak olmaz,olamaz. Hakikaten karadır Fight Club, hem de kapkara... En karası da sizi sürüklediği, içine çektiği cenderedir... Alıcıyı rahatsız ederek önce kendini sonra da sosyalitesini sorgulamasını sağlayan temeli sağlam bir filmdir. Evet temeli yeraltı edebiyatının bir numaralı yazarı Chuck Palahniuk'in aynı adlı romanıdır ve bununla birlikte çok sinemasal bi senaryo ile beyaz perdeye aktarılan roman bi David Fincher harikasıdır. Ve kanımca Hollywood bu muazzam başarısından sonra O'nu görmezden gelerek başarısı yüzünden cezalandırmıştır. Fatal Female kullanmadan çektiği bu kara fimde alıcının kendini sorgulamasını sağlamış, aynaya bakmasını sağlamıştır. Sıra dışıdır, meydan okur... Önce sana meydan okur. Bi başka deyişle seni sana kırdırır Fight Club... Bilinen ama kabul edilmeyen gerçeği alır ve gözüne soka soka anlamanı sağlar: Senin içinde iki sen var ve sen seni yendiğinde mutlu olacaksın...Ve bunun da yolu bilinçaltını iyi okumandan geçer. Diğer kara filmlerin aksine şidetle para, kapitalizm ve tüketim toplumunu eleştiren film aşırı hassas ve anlamlı repliklerle süslenmiştir. Bu replikler günümüzde filmin kahramanı Tyler Durden replikleri olarak hepimizin belleğine kazanmıştır. Bunlardan en beğendiğim de ''Ancak sahip olduğumuz her şeyi kaybettiğimizde her şeyi yapabilecek kadar özgür oluruz'' repliğidir. Bu film gerçek bi kavga filmidir. Maskulen bi film olan Fight Club; babasının terk ettiği, annesi tarafından büyütülen kayıp bi erkektir Tyler ve tek aradığı vardır: giderek teknoloji manyağı olan ve makineleşen tüketim toplumunda kendi özü... Aslında kayıp X neslinin kendini aradığı ve kendini gerçek hissetmek için şiddete başvurduğu hatta şiddeti kullandığı çok muhteşem bi yapıttır Fight Club... Tabi bunun yanında muhteşem bi oyuncu seçimi ve yönetimi ile taçlanan film aslında tek bi kişilik etrafında döner. Ego ve alter egonun birbirlerini kırmaya çalıştığı filmde alter egoyu canlandıran Edward Norton nam-ı diğer Tyler Durden, hepimizin içindeki patavatsız ve pervasız aynı zamanda dengesiz alt benliğimizi bize o kadar iyi resmetmiştir ki biz uzun süre onun başka biri olabileceğini düşünmüşüsüzdür... Okuması zor bir filmdir, evet bu yüzden sadece siddet filmi diye algılayan alıcıların da bulunmasını buna bağlayabiliriz. Halüsünasyon filmidir Fight Club... X kuşağının teknoloji ve televizyon sarmalında gördüğü sanrılara sık sık dem vurarak alıcıyı rahatsız eder. Aslında rahatsız eder ve iğneleyerek öğretmeye meyilli bir didaktik yapısı da vardır.... ''Ve aslında herkesin içinde iki tane 'BEN' vardır ve sürekli kavga eder.'' der Fight Club ve devam eder '...biri diğerinin şizofrenik yansımasıdır.'' Haksız da sayılmaz bu yaşam denen mücadelede hepimiz bi dövüşün içindeyiz ve kendimizle dövüşüyoruz ayrıca da bu dövüş sürmesi gerektiği sürece sürecek... Yani sonsuza değin.... Sonsuz nerede mi? Tyler'a sorun....

SİNEMAYLA KALIN...

21 Aralık 2010 Salı

FILM NOIR

Filmin rengi olur mu? Olmaz; bir film bütün renkleri içerir ama sen neyi okursan onun rengini görürüsn bir filmde... İşte bu sebeple en renkli filmler KARA Film lerdir. Aniden değişen ve alt üst olan insan hayatları paralelinde sarsılan aileler, insan ilişkileri,çakışan menfaetler,ara bozan para ya da parasızlık ve en sonunda yalın ,basit ama kanlı şiddet... Bütün film boyunca alıcı bu şideetin olmasına izin vermesi hususunda yoğrulur va hazırlanır.Artık şiddeti düşünmeye başladığı anda yönetmen sizden de aldığı izinle basit ama çok mükemmel bi çekimle size istedğinizi sunar. Bununla birlikte Kara Filmler, aşk,din, siyaset ve aile gibi insanoğlunun ana hatlarına da çok ince ama içten dokunur... Kimi zaman dokunmaz 'No Counrty For Old Men' de olduğu gibi çok derinden ama sadece isteyen alıcının anlayacağı derinlikte kalın kalın inceler...Evet bu konuda en başarılı yönetmenlerdendir Coen Kardeşler.'A Man Who Wasnt There' siyah beyaz çalıştıkları çok mükemmel ışık oyunları yapılan ve sır adamın ani değişen hayatına dışaran bakmamızı sağlar. 'A Simple Plan' da bir ailenin para ve parasızlık sarmalında başına gelenlerin traji komik hikayesidir. Ve evet 'FARGO' yöresel dilin ve otantikliğin çok muazzam işlendiği harika bi kara filmdir. Mükemmel içselleştirebildiğiniz ve seyrederken çok zevk alacağınız muhteşem bi yapıttır. Film bir roman okuyormuşcasına tadı damağınızda kalacak bi şiddetle biter. Ve kara filmlerin en önemli özelliklerinden biri de akıllı, uyanık ve şehvetli jkadın karakterleridir : FATAL FEMALE.... Para ve şehvet düşkünü, vücudunun farkında olan güzel kadınlardır bunlar... Genelde erkek karakterleri kullanarak istediklerini yaptırılar... Ama ben Sean PENN'in başrolünü üstlendiği 'U TURN'deki kadar ölümcülünü ve travmalısını hiç seyretmedim... Kaybedecek hiç bi şeyi olamayan bi adamın öyküsüdür bu film... Kaybedecek hiç bi şeyi olmayan birinin her riski alabileğinin üstüne kurulu hızlı ve gösterişli bi filmdir. Şiddetle tavsiye ederim seyretmenizi.... En son kara film örneklerinden biri olan 'A Serios Man'
diğer örneklerine göre biraz daha canlı renklerin kullanıldığı ve modernleşmiş bi kara filmdir. Ama din ve aşk konularıyla oldukça fazla yoğunlaştırılmış ince ince esprilerle dantel gibi işlenmiş insanın her türlü kavgasını ve sevdasını anlatan çok iyi bi yapıttır... Bununla birlikte en iyi kara film 'Big Leboswki' hala ağzımızın tadıdır ve aptal ve küçük şeylerin insan hayatını nasıl tepe taklak edebileğine ayna tutan harika bi filmdir... Tekrar tekrar izlenir....
Bu deneyimleri daha yaşamadıysanız en kısa zamanda bu açığı kapatmanızı tavsiye ederim çünkü sinemanın önemli ve çok seyredilen bi koludur Film Noir ve inanın bana onu keşfetmek çok heyecanlıdır....

SİNEMAYLA KALIN....

13 Aralık 2010 Pazartesi

TRIER

''İyi bir film ayakkabınızın içindeki çakıl taşıdır, yürüdükçe batar.'' der Lans Von Trier. Ve bu minvalde alıcıyı yani seyirciyi en çok rahatsız edebilen filmlere imza atmıştır. Onun filmlerini izlemeden önce Alman dışavurumculuğu, tiyatral sinemayı ve sinema metaforlarını bilmeniz icap eder. Bunların detaylarını bilmeden seyretsem ne olur derseniz, size cevabım zaman kaybetmiş olcağınız ve 'Bu ne biçim film, bu nasıl bi yönetmen....'tarzı cümleler kurup Trier hakkında yıkılması zor bir önyargıya sahip olacağınızdır.... Aslında salt sinema açısından muhteşem örneklere imza atmış çalışılması zor bi yönetmen olan Danimarkalı Trier anlatmak istediğini çok ama aklınızın alamayacağı kadar çok direkt yoldan iletir size. İşte bu yüzden mesaj size ulaştığında çok rahatsız olursunuz. Bence O'nun birincil amacı da budur aslında.... En son filmi Antichrist altı aylık depresyon tedavisinin ardından çektiği çok ama çok kişisel ve sorgulayıcı bi filmdir.... O'nun filmleri soudtrack ve filmden karelerle filan anılmaz... Çünkü öyle yan öğeler yoktur o filmlerde, sadece çıplak film vardır... Ve bu çıplaklık sizi koltuğa çiviler... Hele saklayıp saklayıp sonunda alıcıya ulaşan dizeler sizi büyüler... Dizeler diyorum çünkü O'nun filmleri aslında anlaşılması zor keskin şiirlerdir... Ve bir gerçek de herkesin bu şiirleri okuyamadıklarıdır.... Ama ben Trier işlerinin seyredilmesi, incelenmesi ve üstünde konuşulması gereken filmler olduğunu düşünüyorum. Dogville ve Manderlay adlı filmlerinde sadece çizgilerle kurduğu stüdyoda çok gerçek bi filmi sınır kullanmadan yapabilmiştir. Evet evler, odalar vardır ama alıcı asla duvar görmez. Ve burda duvarı oraya koyanın biz olduğumuz ve hayatımıza perdeler çektiğimiz gerçeğini gözümüze sokar... Bununla birlikte Narrator-Anlatıcı kullanır ki size gösterileninn aslında siz olduğunuz gerçeğinden sizi uzaklaştırır....Ve Antichrist... Benim seyredip koltuktan kalkamadığım sayılı fimlerden biridir... Sonsuz bi ızdırap, tamımsız; yokluk hissi, yoksunluk hissi... Bizi insan yapan en temel içgüdü... Ve böyle bi ızdırabın sebebi olduğu hissi ile suçluluk cenderesine sıkışmış olmak: Çok yoğun ve karmaşık bi o kadar da basit: İNSAN OLMAK... Nasıl yas tutacağım? Nereye kadar? Eğer sebep bensem ne olacak? Bu hayatın şeytanı kim? Kendimi nasıl temize çekeceğim? gibi cevaplanması zor, belki sorması bile zor bi dünya soruyu soran ve cevap arayan bir çift... Seyredin... Sonunda mutlaka küfür edeceksiniz ağız dolusu... İşte hayat bu kadar acımasız....

Seyredin paylaşalım...

SİNEMAYLA KALIN....

12 Aralık 2010 Pazar

NEDEN?

Çok düşündüm neden bu kadar düşkünüm diye yedinci sanata. İlk zamanlar belki onun yedinci olması bile yetiyordu ama sonraları farkettim ki yaşamları sadece seyretmiyorum, ben onlarla ordayım...Önceleri sandım ki oyuncularla bütünlüyorum kendimi, oyunlarını oynuyorum, repliklerini söylüyorum onlar gibi bağırıp onlar gibi gülüyor ağlıyorum. Sonraları hissettim hayır onlar değilim ben.... Ben kamerayı tutanım... Oyuncularla oynayan... Onları görmemizi istediği gibi gösteren bize asıl o... O nasıl isterse biz onu görüyor seyrediyor seviyor ya a nefret ediyoruz... İşte o an anladım ben onlardan biriyim ya da her an olabilirim... Neden olmasın? Olanlar nasıl olmuş? Ben de düşünebliyorum yetmez mi? Ben de düşünebiliyorum seyircinin ne istediğini neyi almak neyi sevmek istediğini... İşte zaten temel bu: Ya istediğini vereceksin... Ya da nefret edip reddetiğini... Sıradan olmayacaksın... Yapılanı da değil... Seçtiğini yapacaksın.. İş senin olacak...Senden olacak, biriktirdiğin hayat ekranda olacak...Yoksa seyredilip adı unutulan filmlerden olursun biliyorum.... Bu arada o kadar çok unutulmayan var ki burda aslında onlardan bahsetmek isterim birlikte... Nedir unutamadığınız filmler?
Aslında bunu yapmak için neden unutmadığınızı da iyi bilmek gerekir... Beni şu anki mesleğimi, öğretmenliği ,
yapmaya iten filmdir Ölü Ozanlar Derneği... Hayat felsefeme de orada tutunmuşumdur: Önünde her zaman iki ayrı patika olacak ve sen az ayak izi olanı kullan, yapılmayanı yap ancak o zaman mutlu olursun... Robin WILLIAMS ve o zamanki genç şimdi orta yaşlı oyuncularla harikalar yarattığı, unutulmaz sahnelerle ağlatan ve insanı sımsıcak eden senaryoyla zeki ve keskin esprilerle harika bir filmdir... O kadar sert kararlar alıp uygulayamadım belki meslek hayatımada ama hiç untmadım o filmin bana hissettirdiklerini.... Hiç de untmayacağım.... Ben hala bi üyesiyim o derneğin.... Ve hiç ama hiç unutmadım kendimi ve hiç vazgeçmedim az ayak izi olan yoldan yürümekten....

SİNEMAYLA KALIN....
Etiketler: http://www.imdb.com/title/tt0097165/ 13:21:00 ROSEBUD